Bu sergi, Türkiye’ye Atatürk’ün Üniversite reformu çerçevesinde davetli olarak gelen çocuk doktoru Albert Eckstein’ın hayat arkadaşı Erna Eckstein hakkındadır. Bugüne kadar Albert Eckstein ile ilgili pek çok sergi, haber ve yayın yapılmış; fakat Erna hep biraz gölgede kalmıştır. Bu sergi ile onun üzerindeki bu toz tabakasını kaldırmak istiyoruz.
Serginin malzemesi Erna’nın mesleki yaşamını ve bu gezilerini belgelediği dialardır. Bu sergiye kadar gün yüzüne hiç çıkmamış olan bu dialar, 1950’li yılların Türkiye’sini bizlere geniş bir perspektiften sunmaktadır. Bu görseller sadece çok çeşitli ilgi alanlarına sahip, kendine güvenen bir kadının bakış açısını yansıtmakla kalmayıp Türkiye ile Almanya arasındaki kamusal iş birliǧinin bir belgesi olarak da tarihe ışık tutmaktadır.
Erna Eckstein 1895 yılında doǧmuştur. Babası Arthur Schlossmann çocuk doktorudur ve Düsseldorf Çocuk Kliniği başhekimidir. Almanya’da tıp eǧitimi alan ilk kadın öǧrencilerden biri olan Erna, 1920’lerde Auguste-Victoria Çocuk Kliniǧi’nde başhekimlik yaparken ilk oǧlunun doǧumuyla buradaki işini bırakmak zorunda kalır. İş hayatı ve çocuk bakımı bir kez daha bir arada yürütülememiştir.
Hayat arkadaşı Albert Eckstein da çocuk doktorudur. Her ikisi de Yahudi kökenlidir. 1933 yılından itibaren Almanya’da artarak devam eden Yahudi karşıtı saldırılar, onları sürgünde yaşama planı yapmaya iter. Albert Eckstein, İngiltere ve Amerika’dan gelen iş tekliflerini reddederek Türkiye’nin davetini kabul eder.
Böylece Ecksteinlar 1935 yılında, görevinden atılmış pek çok Alman akademisyen gibi yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’ne doǧru yola çıkarlar. 1933 yılındaki Üniversite Reformu kapsamında Atatürk, bu iyi eǧitimli akademisyenleri Türkiye’ye davet etmiştir. Bu daveti kabul etmiş çoǧu Yahudi, yaklaşık binin üzerinde vatansız akademisyen 1930’lar Türkiye‘sinde yeni ve etkili bir yönetimin, modern kentlerin, başarılı bir eǧitim ve saǧlık sisteminin kurulmasına katkı sunarlar. Böylece, kendi ülkeleri hızla savaşa ve çöküşe doǧru giderken, onlar çoktan Türkiye’deki kültürel ve sosyal devrimin bir parçası olurlar.
Bu akademisyenlerden biri de Albert Eckstein’dır. Albert ve ekibi, Türkiye’de çocuk saǧlıǧı araştırmaları ve tıp kurumlarının kurulmasından resmi olarak sorumlu olur. Bu kapsamda Saǧlık Bakanlıǧı‘nın görevlendirmesi ile Anadolu’da yaklaşık 19 il, 60 köyde saǧlık taramaları yaparlar. Bütün bu çalışmalar sırasında Erna Eckstein eşini sadece lojistik olarak deǧil mesleki olarak da destekler. Özellikle kırsal bölgelerde, anne ve çocuk saǧlık taramaları için Anadolu’ya yaptıkları seyahatler çiftin ortak çabasının ürünüdür. Bu çalışmalar Türk pediatrisinin öncü çalışmalarıdır. Buradaki yaşamı boyunca Ecksteinların ilgisi sadece tıp alanı ile sınırlı kalmaz: İkisi de büyük bir içtenlikle kırsal yaşamın bir parçası olur, kendilerine cömertçe açılan köy evlerinin kapılarından içeri girer, macera dolu keşif turlarına çıkar; 35 milimetre fotoǧraf makinalarıyla köy yaşamını, manzarayı, insanları, arkeolojik kalıntıları, Osmanlı mimarisini ve geçtikleri sokaklardaki günlük yaşamı belgelerler. Ankara’daki evlerinin kapısı sadece sürgündeki Alman toplumuna deǧil, aynı zamanda Türk meslektaşlarına ve aile dostlarına da sonuna kadar açıktır.
Çift, yeni ülkelerinde yüzmek, kayak yapmak, fotoğraf çekmek gibi Türkiye’de o zaman için sıradışı sayılabilecek boş zaman aktiviteleri ile de öncüdür. Erna Eckstein Türkiye’deki sürgün yıllarını hayatının en güzel zamanları olarak tarifler.
Albert’in en önemli düşü, Ankara’da 300 yataklı bir çocuk hastanesi açmaktır. Maalesef Albert bu hayalini gerçekleştiremez. Ecksteinlar 1950 yılında bu kez Almanya’dan davet alırlar ve Hamburg’a geri dönerler. Albert Eckstein, aynı sene içinde beklenmeyen bir alerji şokundan erken yaşta hayata gözlerini yumar. Erna için bu kaybın anlamı pes etmemektir.
Eckstein ailesi Almanya’daki Nazi saldırılarından kaçmak ve yeni bir yaşama başlamak için bindikleri trende hiçbir şey bilmedikleri bir ülkenin bozkırlarında Ankara’ya doǧru ilerliyorlardı. Bu ülkeyle ilgili tek bilgileri, İstanbul Kadın Hastalıkları Kliniǧi‘nde hemşire olan Erna’nın kuzeni İlse’den gelen mektupta yazılanlardı: “Bu ülkeyi ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz!”
Sabah Erna trende gözlerini açtıǧında uçsuz bucaksız renklerde parlayan kayaları ve daǧların çizgilerini içine alan büyük, güzel boşluǧu gördü. Heyecanlanmıştı.
Ecksteinların vardıǧı Ankara, genç Cumhuriyet’in başkentidir. Kale bölgesindeki tarihi mahalleleri ve büyük çoǧunluǧu Almanya’dan göç etmiş mimar ve şehir plancılarının cömert katkısıyla şekillenmiş yeni şehir merkezi ile 1930’lu yıllarda gururla inşa edilen bir şehirdir.
Erna, Ankara’ya geldikleri ilk günlerden birinde oǧulları Herbert ve Peter’i alışveriş yapmaya gönderir. Bu olayı anlattıǧı bir mektubunda Ankara, Erna için şöyle bir yerdir: “Onlara bir liste hazırladım ve sadece listedekileri göstermelerini, cüzdanı da bakkala vermelerini söyledim. Böyle yapa yapa Herbert dört hafta içinde çok güzel Türkçe konuşmaya başladı.”
Türkiye’de 15 yıl yaşadıktan sonra 1949 yılında Ecksteinlar Ankara’yı terketti. “Schumi (Albert’in aile içindeki lâkabı), Ankara’nın bütün çocuklarını tedavi ettiǧi için tanıdık, eş, dost aǧımız çok genişti. Ve her nereye gitsek bahçelerden çocuklar koşarak yanımıza gelir Schumi’nin elini öperdi. Ankara’dan ayrıldıǧımız gün insanlar çocuklarını yanına alıp son kez Albert’in elini öpmek için istasyona gelmişti. Gazetelerde de yazıldıǧı gibi burası Ankara’nın en büyük tren istasyonuydu ve hiç bu kadar kalabalık olmamıştı.”
Erna, altı yıl sonra 1956 yılında bu kez yanında eşi olmadan Ankara’ya çaǧrılır. O da fotoǧraf makinasıyla tıpkı eşi Albert’in 1930’larda yaptıǧı gibi, Türkiye’deki yaşamını ilk andan itibaren belgeler.
Oǧlu Klaus’la birlikte arabayla yola çıkarlar. Erna sınırı nasıl geçtiklerini ve İstanbul’da nasıl mola verdiklerini şöyle anlatır:
Türk sınırında benim pasaportumu kontrol eden gümrük memuru ismimi tanımıştı. Benden kendi oǧlu için ilaç istedi. Diǧer gümrük memuru da eşimi Ankara’dan tanıyordu. Mesai arkadaşını çaǧırdı ve Albert‘le ilgili anılarını anlatmaya başladı. O anda gerçekten evimde, eski arkadaşlarımla birlikteymiş gibi hissettim.
Sonunda Ankara’ya varırlar. “Karşılanmamız tabii ki her zamanki gibi çok içtendi. Eski ayakkabıcımız elimi öptü, Klaus’a sarıldı. Kasabımız ve bakkalımız işlerini güçlerini bırakıp bizi karşılamaya gelmişlerdi. Her öǧünde başka bir eve davet ediliyorduk ve kilo almamıza az kalmıştı.”
Erna, bu kez yarım kalan bir işi tamamlamak üzere Ankara’dadır.
Erna, eşinin vefatından hemen sonra Albert’e asistanlık yapan ve Anadolu’daki araştırmalarında hep yanında olan İhsan Doǧramacı’dan yeni bir davet alır. Bu kez Erna’dan Hacettepe Çocuk Hastanesi’nin kuruluş çalışmalarına destek olması istenmektedir.
Erna bu daveti memnuniyetle kabul eder ve 1956 yılından başlayıp 1963’e kadar sürecek yeni Ankara yaşamı başlar. Ankara’ya ayak bastıǧı andan itibaren artık o, bir şantiye şefi, hastanedeki modern tesislerin kurucusu, Alman hemşireleri Türkiye’ye getiren ve hastanede bir hemşirelik okulu açan kişidir. Bu çalışmaları sırasında küçük oǧlu Klaus annesine tercüman olarak eşlik eder; Londra’da tanınmış bir çocuk cerrahı olan büyük oǧlu Herbert ise, 1961 yılına kadar Hacettepe Çocuk Hastanesi’nde yeni kurulan cerrahi bölümünün şefi olarak üç yıl boyunca hizmet eder.
Ankara’dan gelen bu davet, Erna Eckstein’ın Türkiye’deki sürgün yıllarında, kocası Albert ile işbirliği içinde başarılı bir çocuk doktoru olarak adını duyurduğununun ispatıdır.
Albert Eckstein ve ekibi 1937-1938 yıllarında Anadolu’daki tarama gezileri sırasında saha polikliniklerinde hastaları muayene etmiş; aşılar yapmışlardır.
Erna Eckstein günlüǧüne bu taramalar sırasında köylerde yaşadıklarını anlatarak başlıyor: “Biz köylerde her zaman tasavvur edilemez bir samimiyetle karşılandık. Çünkü köylüler, bizim ziyaretimizle bir doktorun köylerini ziyaret etme onuruna ve mutluluǧuna ilk defa erişiyorlardı. Evlerdeki koşulları inceledikten sonra kendilerine yaşam koşulları ile ilgili sorular soruyorduk. Çocuklarla köy meydanında buluşup dalak ve karaciǧer büyümesi muayenesi yapıyorduk. Beslenme alışkanlıklarını ve cilt hastalıklarını inceliyorduk. Eǧer köy büyükse işimiz daha uzun sürüyordu ve yorucu çalışma günlerimiz her zaman bir evde yemek davetiyle sonlanıyordu.”
Fotoǧrafta arka planda tesadüfen kadraja girmiş Erna’nın ne kadar yorgun olduǧu görülüyor.
1958’de Ecksteinlar’ın uzun zamandır özlemle beklediǧi çocuk hastanesi sonunda açılır. Hacettepe Çocuk Hastanesi oldukça iyi donanımlıdır. Sunduǧu imkânlar düşünüldüǧünde o zaman için belki de Türkiye’nin en modern hastanesi olacaktır.
Erna, 1956 yılında yazdıǧı bir mektupta hastanenin açılışı için Amerika’dan bulduǧu mali destek hakkında şunları yazar: “Yaklaşık 100.000 dolarlık cömert Rockefeller baǧışı sayesinde son teknoloji laboratuvar donanımını saǧlayabildik. Mutfaklar tavana kadar mavi çini ile kaplandı. Birkaç gün önce odaları döşemeye başladık. Hastanede kalması gereken çocuklar için rengârenk masa ve sandalyelerle donatılmış oyun odaları ve sınıflar hazırladık. Her odanın büyük bir balkonu var.”
Geleceǧe dönük bütün bu uǧraşlar Erna’yı geçmişe götürür ve Albert’le beraber yürüttükleri çalışmaları hatırlatır. 1957 yılındaki bir mektubunda şöyle der: “İnanılmaz farklı işlerle uğraşıyorum ve bu bana mutluluk veriyor. Bütün bu işler, uzun zaman sonra ilk kez kendimi olduǧumdan daha genç hissetmemi saǧlıyor.“
Şimdi hastanenin koridorlarında yürüyenlerin ve orada çalışanların yokluǧundan bile haberdar olmadıkları Albert’in büstünü ilk gördüǧünde Erna:
“Schumi’nin girişe konması planlanan büstü kısa bir süre önce İstanbullu bir heykeltıraş tarafından tamamlandı. Büst Albert’e pek benzemiyor ama yine de güzel.”
Çocuk hastanesinin açılısı 8 Temmuz 1958 yılında gerçekleşir. Erna bir beş yıl daha hastanenin yönetimi ve iyileştirilmesi için çalışmaya devam eder.
Erna’nın açılış konuşması çok kısadır:
Erna, 1935 yılında üç çocuklu bir anne ve bir pediatrist olarak Türkiye’ye gelmiştir. Türk devleti kendisine çalışma izni vermediǧinden eşinin yanında gönüllü olarak mesleǧini icra etmiştir. Bir yandan köylerde kalmış, bir yandan Ankara’nın önemli bürokratlarını aǧırlayan bir evi idare etmiştir. Eşi Albert, sanki bir son söz gibi “Orta Anadolu için bir çocuk hastanesini mutlaka kurunuz” diyerek Türkiye’den ayrılmıştır. Erna’nın eşinin ölümünden sonra Hacettepe Çocuk Hastanesi’nin açılış çalışmaları için yeniden Türkiye’ye gelmesi bu idealin tamamlanmasıdır.
Türkiye’yi çok iyi tanıyan Erna, Alman Arkeoloji Enstitüsü’ne baǧışladıǧı dialar ve bu dialar üzerindeki notlardan tespit edebildiǧimize göre 1956 ve 1963 yılları arasındaki iş seyahati dışında 1980, 1986, 1987 yıllarında yeniden Türkiye’ye gelmiştir.
Bu ziyaretleri sırasında Albert’le gittikleri şehirlere yeniden gitmiş ve Albert’in 1930 ve 40’lı yıllarda çektiǧi fotoǧraflara çok benzeyen fotoǧraflar çekmiştir. Haritanın benzer yerlerinde dolaşıp benzer şeylere odaklanmıştır. Köy yaşamının otantik detayları, arkeolojik alanlar, tarihi anıtlar, camiler, leylekler, saç örgüleri ve mutlaka sıcak insan yüzleri bu fotoǧraflardaki ortak noktalardır.
Erna, bütün bunlara vizörün arkasından bu kez tek başına bakarken ne düşünüyordu bilemiyoruz. Belki yüzüncü doǧum gününde, uzun bir ömrü anlamaya çalışır gibi söylediǧi şu sözler daha o günlerde kafasında şekilleniyordu. Kim bilir…
“Aslında hiçbir yerde evimde gibi hissetmiyorum. Çocukluǧumun geçtiǧi şehir Dresden mahvedildi, Düsseldorf’ta Nazilerle yüzyüze geldim. En mutlu zamanlarım Türkiye’de geçti, ama oraya da yabancıyım. Şimdi burada Cambridge’te de tamamen yalnızım.”
Erna Eckstein Cambridge’te 1998 yılında, 104 yaşındayken hayata gözlerini yummuştur.
Hazırlayanlar:
Hikaye ve Konsept: Berna Güler ve Ulrich Mania
Teknik Destek: Engin Dikkulak
Alman Arkeoloji Enstitüsü İstanbul Şubesi, Fotoğraf Arşivi